Çağatay YILMAZ

Müziğe küçük yaşlarında kilise korosunda başlayan Patrick Watson, ska’dan klasik piyanoya uzanan geniş bir müzik yelpazesine sahip. Çeşitli tecrübelerin ardından, 2002’den beri kendi adıyla kurduğu grupla deneysel, melankolik bir müzik yapıyor. İstanbul’da, 14 Mart’ta Zorlu PSM’de sahne almıştı. Öncesinde, kilise müzisyenliğinden uzaylılarla temasa uzanan bir sohbetimiz oldu.

ο Şarkı söylemeye kilise korolarında başladığınızı okudum. Birçok müzisyen de böyle başlıyor. Arkaplanını biraz açıklar mısınız? Nasıl oluyor, müziğinizi nasıl etkiliyor?
Çok dini biri değilim. Gerçi kilisede şarkı söylemenin ilginç yanı da bu değil! Olay şu, düğünler ve cenazeler gibi insanların hayatına dokunan anlarda orada oluyorsunuz. Müzisyen olmak bir yana, o anlara şahit olmak çok önemli. Kendiniz için değil başkalarının hayatının bir parçası olmak için şarkı söylüyorsunuz. Kime söylediğiniz mesele değil, müziğin hayata dokunuşunu görebiliyorsunuz. Bu da yaptığım müziği çok etkiledi muhtemelen.

ο Bugün seyircinizle iletişiminizi değiştirdi desek olur mu yani?
James Brown’la bir turnemiz olmuştu. Sahne öncesinde büyük bir dua seremonisi yapıyor, o da. Ama bir yandan da yıldız olma biçiminden etkilendim, çok alçakgönüllü biçimde seyircisine özel anlar yaratıyordu. Kendinden büyük bir şeyin parçası olmayı müzikle yapıyordu, o da çok etkiledi. Kilise günleri gibi, yine dinle alakalı değil ama müziğe ‘kutsal’ bir şey gibi yaklaşmakla ilgili. Tüm bunları halen üzerimde taşıyorum sanırım, evet!

ο Leonard Cohen’le de çalıştınız. Büyük isimlerle çalışmak nasıl?
Büyük sorumluluk. Müziğe bir şeyler katmak istiyorsunuz ama ‘saygısız’ görünmek de istemiyorsunuz, efsane isimler bunlar. Gergin değildim, kesinlikle eğlenceliydi ama hakkını vermek gerekiyor. Cohen için yaptıklarımız özellikle keyifliydi, parçalarında sözler ve kendi sesi hep öndedir çünkü. Bence de böyle olmalı.

‘LAVABOLARI ENTRÜMAN OLARAK KULLANAN VAR’

ο Kliplerinizi bir kalıba sokmak zor, birinde nehir kenarında piyano çalmanıza odaklanırken bir başkasında ‘varoluşsal sancılar’ çeken bir kukla var… Kuklayı afişlerinizde de görüyoruz.
(Gülüyor.) Kuklaları kullandım çünkü şarkının sözlerine çok uygundu. Şarkının sözlerinde hayata yabancılaşmayı, başkasının hayatını yaşıyormuş gibi hissetmeyi anlatmıştık. Şarkıyı yazarken neler hissettiğimi anlattım, iyi isimlerle çalışınca ortaya güzel bir şey çıktı.   

ο Yeni ilginç klip fikirleri var mı aklınızda?
Videoyla alakalı yeni fikirler var ama aslında şu sıralar müziğe farklı açılardan bakmaya çalışıyorum. Klipler işin kolay kısmı. Hayatımı düzenliyorum, başa çıkmak için yeni çözümler arıyorum. Geçen aylarda müziğimde birçok şeyi değiştirdim ama…

ο Bahsettiğiniz değişiklikler ne?
Elektronik müziği hep çok sevmişimdir ama kendi müziğimize eklemeye çalıştığımda pek olmuyordu. Ben de daha derinlemesine araştırmaya başladım, yaptıklarımıza daha uygun bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. Kolay değil!

ο Deneyler yapmayı sevdiğinizi biliyorum, Beijing parçanızda bisikleti bir enstrüman olarak kullanmıştınız mesela.
Close to Paradise’ın turnesinde aklımıza gelmişti o. Sahnede de kullanabileceğimiz havalı sample’lar yaratmak için düşünürken bulduk. Müziğe laptoplara sıkışmadan, seyirci için izlemesi keyifli de bir şeyler eklemek istedik. Başkaları da yapıyor, lavaboları enstrüman olarak kullananlar bile var. Müziğe yenilik katmak isteyen herkes bir yolunu bulabilir.    

ο Bir röportajınızda son albümün yapım sürecini okyanusta yüzmeye benzetiyorsunuz. Ne demek bu?
Büyük, kötü bir dalganın sizi yakaladığı bir an vardır, yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Yüzmeyi denedikçe daha da zora düşersiniz. ‘Zen’ bir andır, bedeninizi sürüklemesine izin vermeniz gerekir. Korkutucudur ama tuhaf bir huzuru vardır. Albümü yazarken de böyle hissettim. Hayat beni sürüklüyordu, bir şeyler değişiyordu, kabul etmem gerekiyordu. Sözler ve besteler de düşüncelerden çok içgüdülere dönüştü. Albüm de en çok bununla ilgili.

‘İSTANBUL’U DAHA ÇOK KEŞFETMEK İSTERİM’

ο Uçuk bir soru sorayım, dünya müziğini hiç bilmeyen bir uzaylıya tanıtmak zorunda kalsanız nasıl bir müzik çalardınız?
Büyük bir sorumluluk olurdu! Batırırdım, hepimizi öldürürlerdi muhtemelen! (Gülüyor) Blind Willie Johnson’ın Dark Was The Night’ı mutlaka olurdu. Sözleri neredeyse yok ama tarihin en iyi şarkılarından. Klasik piyano müziğinden bir şeyler eklerdim, duygularımızı daha alçakgönüllü anlatan parçalardan. Çağdaş müzik eklemem gerekirse de Frank Ocean mutlaka olurdu. Bence melankoliyi yeniden icat etti, birisi bu kadar ilginç bir şey yapmayalı uzun zaman geçmişti. Büyük bir orkestra kaydı da eklerdim. Büyük orkestralarda bir sürü insan birinin kaleminden çıkan bir parçayı üreten bir makineye dönüşüyor. Yüz kafalı bir makine gibi!

ο Daha önce de Türkiye seyircisinin önüne çıktınız. Nasıldı?
Uzun turneler aklınızı tuhaf bir hale getiriyor, hiçbir şeyin tam olarak farkında olmuyorsunuz. Şehirlerin tadını çıkarmak zor oluyor, konserimi yapıp gideyim diye düşünüyorsunuz. (Gülüyor) İstanbul’u daha çok keşfetmek isterim, birbirinden çok farklı iki kıtayı birleştirmesi ilginç.