Arif HÜR
Klasik Osmanlı müziğini tüm dünyaya duyurmayı başaran, UNESCO İyi Niyet Elçisi unvanlı neyzen Kudsi Erguner, 1973 yılında Paris’e yerleşti. Orada müzik çalışmalarının yanı sıra, mimarlık ve müzikoloji öğrenimi gördü. Seksenli yılların başında Mevlânâ Enstitüsü’nü kurdu ve kendisini klasik sufi düşüncesini öğretmeye adadı. Epeydir kendisiyle konuşmak istemiştim, sonunda denkleştik. Klasik Osmanlı müziğinden ney üflemenin püf noktalarına, yaşadığımız kültür emperyalizminden cemaatlerin denetlenmesine kadar gündemi meşgul eden pek çok konuyu konuştuk.
ο Kudsi Erguner Ensemble’ı kurarak klasik Osmanlı musikisinin tüm dünyaya tanıtılmasında önemli bir rol üstlendiniz. Hedeflerinize ne ölçüde ulaştınız?
1970 yılında Paris, 1971’de Londra, 1972’de Amerika’da katıldığım Mevlevî ayinleri, sonra İsveç’te klasik müzik turnesi, ardından tüm Avrupa’da Nezih Uzel ile verdiğimiz ilk tasavvuf müziği konserleri… İhsan Özgen, Necded Yaşar, Bekir Sıtkı Sezgin, Alaeddin Yavaşça ile gerçekleştirdiğimiz turneler ve daha sonra tertib ettiğimiz Mevlevî Ayinleri 90’lı yıllara kadar devam etti. Akabinde kemençe sanatçısı Derya Türkan henüz 17 yaşında iken kendisini tanıtarak “Ben de sizinle çalabilir miyim?” dedi. Yine aynı yıllarda henüz 18 yaşlarında kanuni Hakan Güngör ile yollarımız kesişti. Anladım ki yetenekli ve hevesli bir genç nesil yetişiyor. Onlara şans verme isteğiyle Kudsi Erguner Ensemble’i kurdum. Birlikte dünyanın ve Türkiye’nin prestijli sahnelerinde sayısız konserler verdik, albümler yayımladık.
ο Klasik Osmanlı musikisinin tekdüzeliğini kırdığınızı düşünüyor musunuz?
70’li yıllarda radyolardaki, donuk, ruhsuz hiçbir müzik kuralına uymayan icralar ve gazinolarda söylenen, gittikçe eğlenceye dönüşen popüler şarkılar vardı. Rahmetli babamdan miras aldığım hayalim bu yeknesaklığı kırarak müziği çeşitlendirmekti. Fasıl müziği, Mevlevî ayinleri, ilahiler, saz eserleri, Rumeli türküleri, İstanbul türküleri, oyun havaları, Karagöz ve Hacivat gösterileri için bestelenmiş müzikler gibi. Bunların hepsinin farklı stillerde icrâ edilmesi gerekti. Bu hayalimi, kısmen gerçekleştirebildiğim inancındayım. Lakin ömrüm yeter ve olanak bulursam hayal ettiğim daha birçok konu var.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
ο 1972’den beri Paris’te yaşıyorsunuz. Türkiye’de yaşamaya devam etseydiniz müzik kariyeriniz nasıl şekillenirdi?
Yaşadıklarım bana keşke dememeyi öğretti. Ancak geri dönüp baktığımda gerçekleştirdiğim çoğu projenin Türkiye şartlarında mümkün olamayacağını görüyorum. Eğer Türkiye’de kalsaydım, karakterim gereği, sanırım yine bir ‘serbest elektron’ olurdum ama hareket alanım çok daha dar olurdu.
ο Peki İstanbul’a geldiğinizde neler hissediyorsunuz?
Her gelişimde halkıyla, yaşamıyla, binalarıyla bambaşka bir şehirle karşılaştığım hissine kapılıyorum. Bu değişimler elbette müzik dinleyicisini de etkiliyor. Kimse alınmasın ama İstanbul’un altı üstünden daha zengin, dünü bugününden daha asil bir şehir. Şu bitkin, yorgun, hırpalanmış, ihanete uğramış haliyle dahi İstanbul benim için vazgeçilmez bir sevgili.
ο Sadece istemekle ney virtüözü olunur mu?
Yapılması güç şeyleri başarmak müziğimiz için bir ölçü değil. Virtüözlükten daha da önemli olan zevk sahibi olmak, makamları bilmek ve sazınla sözünle anlatacak bir şeyinin olmasıdır. Bugün birçok kıymetli sanatçımızın virtüoz olma hevesiyle, elektrik verilmiş gibi hızlı çalışı açıkçası bana hiç heyecan vermiyor. Bir rivayete göre üstad Tanburî Ali Bey’e takdim edilen genç Tanburî Cemil Bey yaptığı taksimle tüm virtüözluğunu sergilediğinde, Ali Bey: “Maşallah evladım ustalığını gördüm, şimdi lütfen biraz da tanbur çalın da dinleyeyim!” demiş. Neydeyse kaba sesleri güçlü, tiz perdeleri yumuşak üflemek önemli. Bunun için eskiden dervişler sabah namazından sonra sadece dem sesler adı verilen kaba sesleri üfleyerek demlenirlermiş. Benim uyguladığım ve tavsiye ettiğim de budur.
ο Bir söyleşinizde, “Müziğimiz ve kültürümüz mirasımızdır” demiştiniz. Sizce biz bu mirasa sahip çıkabiliyor muyuz?
Sadece Türkiye değil, en az 3 asırdır neredeyse tüm dünya bir kültür emperyalizmi etkisinde. Sömürgecilikle başlayan, daha sonra da globalizmle devam eden bu olay, çağdaşlık, modernlik veya ‘evrensellik’ adı altında, Batı dışında diğer medeniyetlerin miraslarını yok veya asimile etmekte. Günümüzde birçok sanatçı da buna alet oluyor. Müzik, medeniyet denilen bir bütünün en derin ifadesidir. Medeniyet olmadan sadece müziği yaşatmaya çalışmak, bir cesedi süslemek gibi bence sonuçsuz bir çabadır.
ο Günümüzde mevlevîliğin kimi çevreler tarafından çıkar amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Siz ne dersiniz?
Üstadım rahmetli Hasan Şuşut’un sözlerini her fırsatta tekrarlıyorum; “Gerçekler kaybolunca geriye ayinler, ritüeller kalır!” Bütün dinlerin özü olan İslam dinini sanki Hz. Peygamberin devri olan Asr-ı Saadette gibi yaşayanlara 8. yüzyıl başlarından itibaren mutasavvuf veya sufi adı verilmiş. 11. yüzyıldan itibaren de onların anıları ve öğretileri etrafında tarîkatleri oluşmuş. Kaynağını Mevlânâ hazretlerinin anısı ve eserlerinden alan Mevlevilik de, İslam coğrafyası ve tasavvuf tarihinin en yaygın tarîkatlerinden biridir. Ne yazık ki, her anını Allah’la yaşamaya çalışan dervişlerin öğretileri, bugün manevi değerlerle modern yaşam arasında kararsız kalan Avrupalılaşmış müslümanlar ile ruhi sıkıntılarını sakinleştirecek mistik aforizmalar arayan Avrupalılar için yeniden şekillendiriliyor. Mevlevî Semai ise bu iki kesimin de ihtiyacına cuk oturuyor… Müşteri bol olunca tüccarlar da artıyor. Lakin tasavvuf konusu kimsenin de tekelinde olmadığı gibi, bu çalışmaları yapanlar da, onlara engel olmaya çalışanlar da kendilerini Mevlevî addediyor. Sonuçta geriye sadece içi boş bir ritüel kalıyor.
‘DÜNYA HEVESİNE KAPILAN ALİM CAHİLLER’
ο Geçenlerde, “Çarşıda ‘Destarlı Mevlevî sikkesi’ ucuzlayınca kendini Mevlevî postnişîni ilan edenler artıyor. Dergahlar açıkken dahi bu kadar şeyh yoktu, seç beğen al” diyerek sitemkar bir tweet attınız. Bunu biraz açar mısınız?
Türkiye’de bin yıllık bir medeniyetin mirası olan din, dil, gelenekler, güzel sanatlar, tasavvuf, musikî ve edebiyat en az yarım asırlık bir kırılmaya uğradı. Bu mirasın bugün devamını ispat için etmek için yapay ölçüler üretmek, bu uçurumun üstüne çürük köprüler kurmaya çalışmak her şeyi dejenere etmekten öteye gidemez. Osmanlı döneminin elitini yetiştiren mevlevîlik, çok detaylı kuralları olan, yıllarca süren bir eğitimle, İslami bilgilerin yanı sıra Farsça, Arapça öğretilen, mesnevî okutulan, musiki meşk edilen bir ocak idi. Bu dergahlardan tarihimizin en önemli şairleri, bestekarları, hattatları yetişmişti. Günümüz insanın bu boyuta ulaşabilmesi ve gerekli olan dergah çatısı altında cemaat yaşamının uygulaması imkansızdır. Bu nedenle ‘eskinin devamı olmak’ iddiası boş ve yalan. Artık vakfı ve dergâhı olmayan mevlevîlik postunun kavgası abestir. Sadece kıyafet ile derviş veya şeyh olunmaz. Yeniden icad edilen sahte ölçülerle mevlevî olunamaz. Bu tarikatın yedi asırda oluşmuş uyulması gereken katı kuralları vardır. Mevlânâ’yı sevmek, ney üflemek veya semâ yapmakla da mevlevî olunamaz.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
ο Semâzenliğin gönül işi olmasına rağmen son yıllarda bazı kişiler tarafından şova dönüştürüldüğünü görüyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?
Öncelikle, semâzenlik diye bir meslek veya dervişliğin bir kolu falan yoktur. Bugün dönmek manasında kullanılan semâ kelimesi Arapça’da dinlemek anlamına gelir. Yani musiki, şiir dinleyerek manevi bir heyecan yaşamak semâ etmektir. Para karşılığında dönme konusuna gelince, eskiden önemli şahıslar dergaha geldiklerinde, dua almak maksadıyla, şeyhin yanına bir kese içinde niyaz yani bir hediye bırakırlarmış. Asıl maksat ücret olmasa da maddi menfaat dervişler için her zaman bir tuzak olmuştur. Ben başka tarikatlerde Amerika seyahati için verilen niyazı az bulup davet edenle kavga eden şeyhler ve dervişleri de gördüm! Dünya hevesine kapılan alim cahilleşir, evliya ise eşkiyalaşır.
ο Cemaat ve tarikatların denetlenmesi gündemde. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
“Bugün kim kimi, hangi ölçülerle, hangi maksatla şeyh tayin edecek, denetleyecek?‘’ sorularının cevabı bulunamaz. Samimi ve saf insanları, kendi nefsini tatmin eden şeyhlere kurban vererek, yolsuz tekkeler yaratacağımıza, enstitüler kurarak tasavvuf, edebiyat, musiki ve tarih konusunda insanları aydınlatmamız bence en doğrusu.
‘SANAT HAYATIM BERRAKLIĞINI KAYBEDERDİ’
ο Yeryüzündeki insanlar dünyayı oldukça hor kullanıyor. Hastalıklar, savaşlar ve huzursuzluk kol geziyor. Bu çıkmazdan nasıl kurtulunabilir?
Sihirli bir förmülüm olsaydi hemen paylaşırdım. Keskin bir kılıç bir çocuğun eline verildiğinde ancak kendini yaralar. 19’uncu yüzyıldan bu yana maddi dünyadaki müthiş gelişmelerle manevi değerler arasındaki uçurum gittikçe büyüdü. Ademoğlu yaradılış maksadını idrak edip bu doğrultuda nefsini terbiye etmedikçe yaptığı şeyler hem kendisine hem de dünyaya zarar vermeye devam edecektir. İnsanlığın kitle olarak kurtuluşu bence artık zor ama bireyler kendilerini bu girdaptan kurtarmak için hâlâ niyet ve dua edebilir.
ο Sosyal medyada bir kullanıcının sizin için, “Yaş aldıkça sanatı daha da derinleşti” yazdığını gördüm. Buna katılıyor musunuz?
İltifat etmişler. Şair Saadi, Gülistân’ın da hayatı bir dereye benzetir, “Dere aktıkça suyu temiz kalır ancak bir gül dalı dahi olsa, herhangi bir şey bu akışa engel olursa su bataklığa dönüşür.” Elbette yılların tecrübesi sanatçıya bir olgunluk katar, ancak her başarı zannetiğim çalışmamın üstünde dursaydım, herhalde sanat hayatım da berraklığını kaybederdi.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
ο Genç müzisyenler Back On Stage‘i yakından takip ediyor. Sizce alanında uzman ve saygı duyulan bir müzik insanı olabilmek için izlenilmesi gereken yol nedir?
Müziği besleyen edebiyat ve tarihle de ilgilenmek, yapıla gelenleri taklit etmekten kurtularak ufkunuzu genişletmek… İlk adımın amacı ne kadar kısa ve geçiciyse yapacaklarımızın ömrü de o kadar kısa ve etkisiz olur. Kendimizi güzel şeylerle besleyelim ki ürettiklerimiz de anlam ve güzellik kazansın. Hangi tarzdan olursa olsun, bu yola baş koymuş genç meslektaşlarıma başarılar diliyorum. Hepsinin yolu açık olsun. Profesyonel bile olsalar içlerindeki amatör heyecanı hiçbir zaman kaybetmesinler…