Çağatay Yılmaz

Başlık sizi şaşırtmasın. Bu bir müzik röportajı. Ancak söz konusu Dolunay Obruk olunca her konu hakkında konuşabilirsiniz. Caz, kimya, sinema, toplumsal sorunlar, şakalar… Zaten okudukça göreceksiniz. Obruk’la yeni albümü Entropi vesilesiyle Cloud34’te bir araya geldik. Uzun uzun konuştuk.

❏ Albüme adını verdiğiniz entropi sizin için ne ifade ediyor?

Entropi, termodinamiğin yasalarından biri ve bu yasalarla ciddi düşünüyorum! (Gülüyor) Aslında entropinin çok değişik anlamlarda ele alınması mümkün. Kapak fotoğrafıyla da ‘zaman’a işaret ettik.

❏ Fotoğraf Shakespeare göndermesi mi? Şu meşhur ‘olmak ya da olmamak’ sahnesini hatırlattı…

O replik de zamanla alakalı zaten. Konferanslar düzenlerken de kullanıyorum. Kırılan bir bardaktan örnek veriyorum, tamir etsek de eski bardak değildir o. Her şey değişir. Nehirde tekrar yıkanılmaz sözü de vardır ya. Az önceki andaki kişiler değilsek, sürekli ölüyoruz aslında. Bu, hayatta olmadığımız anlamına da gelmiyor.

❏ Entropi isimli bir parça da yok albümde. Genellikle bir çıkış parçası seçmek üzerinden gidiliyor biliyorsunuz.

Tek bir şarkıyı öne çıkarmayı sevmiyorum, single çıkarırdım öyle yapacak olsam. Bir çıkış şarkısı olsun, listelere koyalım diye bakılıyor genellikle. Günümüzde her şeyi çok hızlı tüketiyoruz, materyalleri de zamanı da. Bütün bu kaostan beslenen bir albüm olsun istedim. Parçalar birbirine benzemiyor, eski albümde de benzemiyordu. Ben böyleyim, bak bu değişmiyor!

❏ Parçalarda çok sayıda müzisyenin imzası var. Bu kadar insanla çalışmak zor olmadı mı?

Akıllı bir insan bir ekip kurar, birkaç günlüğüne bir stüdyo kiralar ve ekonomik bir biçimde çözer. Ben 30 civarında müzisyenle çaldım, 3-4 tane ses mühendisi var, ‘bu parçada sen olmalısın!’ diye adam topladım albüme. (Gülüyor) Normal bir şey değildi yani. Her parça biraz da bu yüzden birbirinden farklı, seviyorum bunu. Projeye aldığımız müzisyenleri bir yöne zorlamıyorum, biraz anlatıp kendi yöntemleriyle yapsınlar istiyorum. Şarkı hepimizin oluyor böylece.

❏ Parçalarda ortam sesleri duyuyoruz. Kahkahalar, konuşmalar… Sanatsal olarak daha özgür olduğunuz bir çalışma olmuş diyebilir miyiz?

Albüm akustik ama aralara bir sürü kayıt eklendi bilgisayarda. Gittim Beşiktaş’ta trafik ışıklarında ses kaydı aldım, “lütfen bekleyiniz, şimdi karşıya geçebilirsiniz” diyor sonra şarkıya giriyoruz. Böyle kurgular yaptık. Hepsi ayrı bir hikaye. Tüm bu kaos da bunun bir albüm olduğu gerçeğini değiştirmez! (Gülüyor) O kahkaha sesi ve gülmeler de, annemin arkadaşlarıyla tombala oynadığı bir andan aslında. Elli dört! Diye bağırıyor, oraları kırptık tabii. (Gülüyor) “Bilinçle rastlantıya bırakılmış” diye bir tabir var sevdiğim, öyle yaptık biraz.

❏ Asiye’yi yorumlamaya nasıl karar verdiniz? Devamı gelir mi?

Türkü coverlama işi bu kadar yaygınlaşmadan önce bir projemiz vardı. Bir sürü aksilik oldu, yapamadık. Yavaş yavaş hayata geçirmeye karar verdim. Asiye de güzel bir türkü, bu düzenlemeyle enteresan bir şey oldu. Hatta içine konuşmalar da ekledik. Farklı sesler eklemek dedik ya az önce, illa sket yapmak gerekmiyor. Sket bir sesten oluşuyor, kelimeler de seslerden oluşuyor işte. Rabarba yaptık, kelimelerin anlamını biraz kaydırarak bir tür sket’e dönüştürdük. Başka parçalar da yapabiliriz, çok değerli ozanlarımız ve bestecilerimiz var geçmişten. Dedem de Neşet Ertaş’ı radyoya ilk çıkaran isim. Bir parçasını söylemek boynumun borcudur dolayısıyla. Sonuçta yine türkücü gibi değil kendi tarzımızda yapıyoruz ama.

❏ Sentez müziğin yükselişini görüyoruz, ‘Anadolu Caz’ gibi tanımlar da ortaya çıkıyor mesela. Bu tip bir çalışma gelir mi sizden de?

Müziği kendi kimliğimizi katarak yapmak önemli ama Sting’in parçalarını bağlamayla çalmak gibi şeylerden kaçınmak lazım. Biz de albümde kanun, ney gibi enstrümanlar kullandık ama orada lazımdı çünkü. Susmak Bazen’de Burcu Karadağ’ın bir solosu var mesela, çok güzel oldu. Anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Ama bunu zorlamayla, Anadolu’dan da dinleyici edineyim mantığıyla yaparsanız çok itici.

❏ Albümden klipler görecek miyiz?

Paramız oldukça göreceğiz! (Gülüyor) Fikirlerim var, minimal bir şeyler yapmak istiyorum. Şarkıları sevip klip çekmek için teklifte bulunanlar oldu, çok kıymetli buluyorum. Sponsorlu yapılabilir belki. Kimseyi de zor durumda bırakmadan halledilebilir böylece.

❏ Caz özgürlükçülüğüyle bilinen bir tür ama bazı caz müzisyenler kısıtlandıklarını söylüyorlar. Hiç böyle hissettiniz mi?

Bir projede çok değerli caz müzisyenleriyle çalışıyordum. Parçanın bir ölçüsünü uzun yazdım. Neden, çünkü ben öyle yazdım! “Bu caz olacak” diye bir iddiam da yoktu, engel olacak bir durum da değil zaten. Birisi çıkıp “caz öyle olmaz” dedi. New Orleans’ta mı doğdun arkadaş! Ne kadar büyük bir cümle. Tamam, caz doğaçlamalarda da bir temel vardır. Ben orada kafama göre davranmamıştım zaten. Yaptığım hareket yazılıydı. Cazda kural olmaz diyenler de yanılıyor. Altyapısı sağlamdır, sana özgür alan bırakır sadece. Ortayı bulmak lazım.

❏ Türkiye’de caz müzik çok ciddi icra ediliyor gibi. Dünyadaki müzisyenlere nazaran daha bir ‘salon’ havası hissediliyor. Ne dersiniz?

Farklı ülkelerde jam session’lara katıldım. Daha farklı, evet. Geçenlerde Londra’da bir kulüpteydim mesela, o kadar tatlıydı ki herkes! Gülünüyor, hadi beraber çalalım deniliyor… Güney Kore’de bir konser dinliyordum, kendimi sahnede buldum. Cazın güzelliği burada. Nezaketle, dinleyerek sohbet etmek gibi bir şey. İstanbul’da da böyleydi. Bir kulüpte buluşup çalabiliyorduk beraber. Neden bu kadar deforme oldu bilmiyorum.

❏ Şarkılarınızda sezilen bir ‘muzip’ hava var. Önceki albümden Bakkal şarkısı geliyor aklıma mesela. Planlı bir şey mi?

O parça bir ‘Big Band’ düzenlemesi. Ciddi ciddi eski sistem caz parçası yani. Parçada davul vokal çalınan “Bakkal! Benim adım Müjgan…” kısmı var, önce onu yazdım. Müjgan da kedi! Bunu söylerken ona bakıyordum, o da oturuyor… Hikayesi şuydu, Türkçe şarkılarda çok fazla prozodi hatası yapıyorlar. Prozodi, dilin kendi ritmi. Aykırı hareket edince kelime bozuluyor. Bazı Türkçe pop ve caz parçalarında önce besteyi yapıp sözleri sıkıştırıyorlar sanırım, dinlemekte zorlanıyorum böyle hatalar olunca. Bunda da söze davul atağını bile oturtabileceğinizi gösterdik. Aslında prozodi hatası yapanlarla dalga geçecektim, bir hiciv olacaktı ama yanlışı yapamadım! Eleştiren de seven de oldu, gereksizce ciddiye almaya gerek yok. Sahnede de böyle, seyirciyle gülüp eğleniyoruz. Bazen piyanocunun kahkahasının bitmesini bekliyorum şarkıya girmek için.

❏ Teatrallik de var parçalarınızda, dinlerken bir resim çiziliyor gibi hissettim. Vokal tekniğinizle alakalı bir şey…

Sahnede söylediğim parçaları çok yaşadığımı söylüyorlar, ne yapacaktım ki? Hiç tonlamadan, gülmeden fıkra anlatmak gibi bir şey olurdu. Şarkıları yazarken ben de görüyorum aslında. Benim için renkleri, bir formu var şarkıların. Belki o yüzden göstermeye çalışıyorumdur.

❏ Tüm bunların arasında, parçalarınızda hissedilen bir ‘yalnızlık’ teması var. Sizin için ne ifade ediyor?

Hepimiz bir noktada yalnızız, herkes yalnızlığın tadını çıkartamaz ama. Yaşı, cinsiyeti falan yok bu işin. Kendinle satranç oynamak gibi bir şey, biraz cesaret istiyor sadece. Tek başına olmakla yalnızlık birbirine karışıyor ama aynı şey değiller kesinlikle. Tercih edilmiş bir yalnızlık yaşıyorsan, iyi yönetiyorsun hayatını demek ki. Mecbur kaldıysan, bir sıkıntı var. Kalabalıkta nasıl şarkı yazayım mesela? Bir köşeye çekilip kafamı toplamak istiyorum. Yalnızlık kötü bir şey olmak zorunda değil.

❏ Bunu kötümser bulanlar oluyordur mutlaka.

Kötümser değil, gerçekçilik bu. Ortada bir şey varsa görmezden gelemeyiz ki. İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı kuruldu mesela. Bazen yalnız kalmak, kaybolmak seni başka bir yola çıkmanı sağlayabilir. Ya da havuzda dibe basıp yukarı çıkmak gibi düşünebiliriz. Teyze gibi durarak olmaz, biraz batıp çıkıp keyfini almak lazım!

❏ Şarkılarınızda bir de ‘İstanbul’ teması var. İngiltere’ye yerleşmeyi planlıyorsunuz bir yandan. İstanbul ne ifade ediyor sizin için?

Aslen Ankaralıyım ama uzun yıllar yaşadım İstanbul’da. Yalnızlığın, diğer metropoller gibi dibine kadar yaşandığı bir yer. Çeşitlilik, renklilik, bunun içinde kendini bulmak, kaybetmemek için verdiğin savaş… Sevdiğimiz işi yaparken ya da istediğimiz gibi olurken bir mücadele vermemiz gerekiyor. Hayat boyu kendimi birilerine ispat etmek zorunda hissettim. Bir rahat bırakın da kendimi anlatmayı bırakıp üzerine bir şey koyayım! İşte o caz mıymış, neden başka işle de uğraşıyormuş, bir karar versinmiş… Burada yerlere vurulan parça başka yerlerde ödül alıyor. Kendimi sorgularken buldum. Başvurdum, İngiltere de bana özel yetenek vizesi verdi. 10 tane kağıtla oldu. Aynı evraklarla burada bir caz kulübe gitsem bir de kendimi saatlerce anlatmam gerekir! Bundan uzaklaşmak istedim biraz.

❏ Farklı şeyler de yapıyorsunuz, dalgıçlık, at biniciliği, tasarımcılığınız, atölyeler…Nasıl gelişti bu süreç?

Hakkıyla yapmadığım hiçbir şeye ‘yapıyorum’ demek istemem. Bizde yeni yeni oturuyor bu ‘multi-disiplin’ kavramı. Bir sanat dalıyla ilgilenmek başka bir şeyle ilgilenmeye engel olmamalı. Geçenlerde Mardin ve Şırnak’tan güzel sanatlar lisesi öğrencileriyle sanat ve felsefe atölyesi yaptık, orada da söyledim. İnsan sanatla ilgileniyorsa, tek bir şeyle ilgilenemez. Sanatkâr insan toplumla ilişki içinde olmalıdır, bunun için de biraz okumak, başka dallarla ilgilenmek gerekir. Şu an bir şey söylersin, ona göre dümeni kırarım mesela. Kaptan ehliyetim de var çünkü!