Ahmet YATĞIN
Son zamanlarda, film ve dizilerde duyduğumuz popüler şarkıların her yerden fırlaması hararetli bir soruyu da meydana getiriyor. Popüler şarkılar sinemayı işgal etmiş olabilir mi? Söz, ses ile aktarıldığı günlerden bugüne müzik ile tarih öncesine dayanan, derin ve iç içe geçmiş bir ilişki kurmuş olsa da; fotoğraf ve müziğin ilişkisi henüz yeni, sesli sinema dönemiyle başladı. Bu garip üçlünün ne yaşadıkları ise bizi, bir magazin haberinden daha çok heyecanlandırıyor. Geçtiğimiz seneyi kasıp kavuran ve Netflix’te en çok izlenen dizilerden biri olan La Casa de Papel deyince aklımıza ilk gelen müzik Ciao Bella olabiliyor. Bir diğer yandan asi ve isyankar tarafımızın bir numaralı temsilcilerinden olan Fight Club filmi ise Where is My Mind şarkısı olmadan hayal edilemiyor. Ya da sinema tarihinin en önemli müzikallerinden Singin’ in the Rain filminin aynı isimli şarkısı da hafızalarımızdan katiyen silinmiyor.
https://www.youtube.com/watch?v=D1ZYhVpdXbQ
Tüm bu sözlü müzikler, filmlere bambaşka katkılar sağlayan ve duyguyu kuvvetli bir şekilde destekleyen elementler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bunların dışında sanki bazı yapımlarda, sadece popüler olduğu için bazı şarkılar duyuyoruz. Burnumuza kötü kokular geliyor. Korkuyoruz çünkü; kamyonlardan bile fırlayan o efsanevi Godfather filmi müziği ya da gergin bakışmaların hepsinde kafamızın içinde birden ötüveren İyi, Kötü ve Çirkin filmi müziği veyahut hepimizi alıp uzaklara götüren Selvi Boylum Al Yazmalım filmi müziği gibi efsane olacak yeni film müziklerini artık duyamayabiliriz.
Peki ya bir filmin müziği nasıl olmalı?
Selvi Boylum Al Yazmalım filminin o unutulmaz müziğini yapan ve film müziği denince akla ilk gelen isim olan Cahit Berkay, bir röportajında şöyle diyor: “Müzik sinemada haddini bilmeli.” Bunu soruyorum önce ona. Müziğin, filmin içinde bağırmaması gerektiğini bizimle paylaşıyor. Film müziğinin amacını, duyguyu yükseltmek olarak tanımlıyor. “Bir damla yaş birikmişse o müzik yaşı düşürmelidir.” diye ekliyor. Filmin akışını, doğallığını bozmaması gerektiğini, uyum içinde olması gerektiğini söylüyor. Hatta Akün Filmin sahibi İrfan Ünal’ın kendisine bir keresinde şöyle dediğini aktarıyor: “İnsanlar sinemadan çıkarken ıslıkla o filmin müziğini çalmalı.”
Bu anlayışla üretilen film müziklerinin yanında, aslında bizim sinema tarihimizde de popüler şarkıların filmlerde duyulduğunu çok önceden görebiliyoruz. Orhan Gencebaylar, İbrahim Tatlısesler olurdu, onların filmi çekilirdi. “Şimdi bu yabancılarda da görülmeye başlandı.” diyor Berkay. “Film için bestelenmiş olsa tadı daha iyi olur. Ama tabii, popüler şarkılar büyük fayda getiriyor, reklam anlamında.” sözlerini sarf eden Cahit Berkay, araştırma serüvenimize başka bir boyut kazandırıyor.
Popüler şarkılar bir reklam çalışması mı?
Film müziklerini, filmde çalan şarkıyı ya da herhangi bir müziği filmin içindeki karakterlerin
de duyabildiği (diegetic) ve karakterlerin duyamadığı (non-diegetic) olarak ikiye ayırıyoruz. Sinemanın ilk çağlarında diegetic müziğin ön planda olduğunu görüyoruz. İlerledikçe karakterlerin duymadığı film müzikleri de öne çıkmaya başlıyor. Ancak endişemiz şu oluveriyor; bu iş izleyicinin de duymadığı ya da duymak istemeyeceği bir boyuta varabilir mi? Cahit Berkay, bir şarkı sadece popüler diye filme konulmaması gerektiğini ancak reklam için maalesef konulabildiğini paylaşıyor.
Berkay’ın bu düşüncesine Kavak Yelleri dizisinin yönetmeni Kerem Çakıroğlu, “Bazı yönetmenler popüler şarkının duyguyu iyi anlattığını düşünebilir ama genelde filme ya da diziye katkısı olduğu için o şarkılar konuluyor.” sözlerini paylaşıyor. Başarılı yönetmen, “İlk bölümlerde ben de şarkı kullanmayı seviyorum ama daha genç sanatçıları tercih ediyorum.” diyor. Bazı sanatçıların tekli çıkardığında kendisine bu amaçla şarkı gönderdiğini de ekliyor. Aynı durumu Cahit Berkay, “Popçular şarkılarını da popülerleştirmek için film ve dizilere koyuyorlar.” sözleriyle değerlendiriyor.
Yani aslında ortada bir reklam çalışması varsa, ki öyle görünüyor, bu iki tarafın da kazandığı bir süreç olarak ele alınıyor. Çakıroğlu, bazen dizilerden bazı kesitlerin altına seyircinin herhangi bir popüler şarkıyı kendi montaj imkanlarıyla koyduğunu ve sosyal medyada paylaştığını söylüyor. Bu durum, dizinin kendisinden daha çok izlenme getirebiliyor, diye ekliyor. Bunu gören yapımcılar bu durumdan ders çıkarmışa benziyor. Pinhani’nin Kavak Yelleri ile özdeşleşen parçası Beni Al örneğinde de hem şarkının hem de dizinin birbirini farklı kesimlere tanıttığından bahseden Çakıroğlu, gençler ile çalışma sebebini maaliyet ile ilişkilendiriyor. “Çok iyi parçaları bu sayede daha ucuza kullanabiliyorum. Özellikle Sofar gibi platformlardan şarkılar alıyorum. Öte yandan sadece film veya dizi için müzik yapılması, yeni bir kayıt sürecini de beraberinde getiriyor. Oysa canlı kayıt, yapımcı için ayrıca bir maaliyet demek. Hazır kayıt bu noktada daha çekici oluyor.
” Film yapımcıları ile müzik yapımcılarının ahbaplığı da popüler şarkıları film ve dizilerde görmemizi kolaylaştırıyor. Yavuz Hakan Tok, “Bugün Türkiye’de bir şarkının dizide ya da filmde kullanılması o şarkı için yapılabilecek en iyi PR oldu.” sözleriyle de görüşünü net bir şekilde ortaya koyuyor. Hem Tok’un, hem Çakıroğlu’nun, hem de Berkay’ın ortak noktada buluştuğu bir diğer konu ise yapımların uzunluğu. Türk filmlerinde ve dizilerinde gerek sürenin uzunluğundan gerek bazı sahnelerin çekilememesinden ötürü gözleriyle izleyen seyircinin, bu eksikliklerden dolayı kulağıyla sahneleri takip etmek durumunda kaldığını ekleyen Cahit Berkay’a, “Türk dizilerinde her sahnenin her anına müzik döşeniyor, bu büyük bir sorun.” sözleriyle Kerem Çakıroğlu eşlik ediyor.
Bazen bir şarkıda birden fazla duygunun da yer aldığını paylaşan başarılı yönetmen, sahnenin bulandığını ve neredeyse izlenemez bir hale geldiğini aktarıyor. Ancak gerçekten filme hizmet ettiği sürece popüler şarkıların ve filmlerin birbirini tanıtması, bu yazıdaki otoritelerimiz tarafından olumlu karşılanıyor. Yavuz Hakan Tok, “Türkiye’de henüz klip sektörü yokken filmler, şarkılar için adeta klip vazifesi görüyordu.” görüşüyle bu konuda derinlemesine bir tespitte daha bulunuyor. Ona göre birçok şarkı Yeşilçam filmleri sayesinde günümüze taşındı. “Yine ‘70’lerden bugüne gelmiş, hâlâ bilinen ve sevilen şarkıların büyük yüzdesinin de Yeşilçam filmleri sayesinde sonraki kuşaklara ulaştığı bir gerçek.
Filmin konusuyla alakasız popüler şarkıların filmlerin içine yerleştirilmesi ise Hollywood’un da senelerdir uyguladığı bir yöntem ve işe yaradığı bir gerçek.” Tüm bu demeçleri bir bütün olarak gördüğümüzde, popüler şarkıların bir reklam çalışması olarak filmlerde kullanıldığını ve bu durumun iki tarafa da büyük faydalar sağladığını görüyoruz. Yine de bu faydanın orijinal film müziklerine engel olmasını istemiyoruz. Bu durumda izleyicinin zaman içinde daha iyi bir belirleyeci olabileceğine olan inancımızı sağlamlaştırıyoruz. Peki ya yönetmenler?
Yönetmen ve müzisyen ilişkisinin perde arkası
Öncelikle merak ediyorum, bir filmin müziğinde kim daha çok söz sahibi; yapımcı mı, yönetmen mi yoksa müzisyen mi? “Filmin fikri ilk kimden geldiyse genelde o daha çok söz sahibi oluyor.” diyor Kerem Çakıroğlu. “Ancak birlikte karar vermeli” diye de ekliyor. Öte yandan her mahallenin kendi kuralı olur deyimiyle aslında bu sorunun birden fazla cevabı olabileceğini gözler önüne seriyor. Peki tüm bu süreç genelde nasıl gelişiyor, merak ediyoruz. Örneğin müzik ne zaman düşünülüyor? Bu soruya birçok farklı cevap alıyoruz.
Özellikle internetten ulaşabildiğimiz tüm beyanlarda, fikrin geldiği ilk andan montaj anına kadar farklı zaman dilimlerinde film müziklerinin düşünülmeye başlandığını görüyoruz. Yani her yiğidin yoğurt yiyişi bir farklı oluyor. Ancak Kerem Çakıroğlu, genelde post prodüksiyon aşamasında müziği düşündüğünü söylüyor. Montaj yapılırken, çok nadir de olsa öncesinde düşündüğünü ekliyor. “İyi müzisyenler ise senaryoyu okur ve temalar çıkarır. Mesela bir de şöyle bir şey var. Bir senarist arkadaşım yazarken, o duyguya özel şarkı bulur, sürekli o şarkıyı dinler. Playlist yapar bana atar. Ben de sahiden bazılarını beğenirim ve hemen yapımcıyı ararım. Yayın haklarını alırız.” diyor.
İlk bölümlerde genişçe vakti olduğunu ve müzikle doğrudan ilgilenebildiğini söyleyen başarılı yönetmen, özellikle televizyon dizilerinde, çekimlerin bitmesiyle diğer bölümün çekimlerine başlanması arasında sadece birkaç gün kaldığını ve bu sürede ancak müziğe şöyle bir bakabildiğini paylaşıyor. Bu durum aslında hem bölümlerin çokluğunu hem de daha önce bahsettiğimiz gibi bölümlerin uzunluğunu gözler önüne seriyor. Çekimler, montaj ve film ekibinin “Hocam bu nasıl olacak?” sorularıyla meşgul olan yönetmenler, haliyle her şeye yetemiyor. Bu gibi durumlarda özellikle yapımcıların, son zamanlarda film yapımıyla ilgili bilgi ve birikimlerinin artmasıyla beraber, daha çok rol almaya başladığını söylüyor, Çakıroğlu. Bu sayede yapımcı, yönetmen, müzisyen ve hatta senarist dörtlüsünün sürekli iletişim halinde konuya dokunduğunu görebiliyoruz.
Su nerede tıkanıyor?
Benim şahsi kanaatimce yaratıcılık; hata yapma lüksünün olduğu yerde yeşerir. Yeni ve orijinal film müziklerini duyabilmemiz için mutlaka daha fazla zaman gerekir. Bu kanaatimi destekleyen isim Kerem Çakıroğlu, yönetmenlerin müzikle ve geri kalan her şeyle daha çok ilgilenebilmesi için şöyle bir çözüm önerisi sunuyor. “Netflix’teki Türk dizilerinde bu yapılıyor. Yaratıcı yönetmen ve diğer yönetmenlerden oluşan bir yönetmen ekibi. Mesela ben bir bölümü çekerdim diğer bölümü başka bir yönetmen çekerdi ve ben daha çok diğer konularla ilgilenebilirdim. Hem de bu sayede daha çok yönetmen çalışabilir. Tabi burada önemli olan her yönetmenin bir bütünlük içinde çalışması.”
Çakıroğlu, çözüm önerisinin hatlarını çizerken Türk sineması için umutlu olduğunu da sözlerine ekliyor. Uluslararası alışverişin artması gerektiğini ve kabuğumuzu mutlaka kırmamız gerektiğini ifade ediyor. “Bu ülkede 2010’lara kadar dublajlı filmler, diziler çekiliyordu. Gerçekten hızlı çekiliyor ama kalite…” Kerem Çakıroğlu ayrıca yabancı yönetmenler ile birlikte çalıştığı yılların kendi gelişimine katkı sağladığını da sözlerine ekliyor. Yönetmenlerin, müzisyenlerin ve yapımcıların baş rol oynadığı bu filmde, tarihsel anlamda ilginç bir sahne izlediğimizi söylemeliyim.
Klasik müziğin, orkestranın ve enstrümantal müziklerin sinemada sesinin kısılması ve yerini popüler şarkıların alması, hüzünlü bir keman solosu dinliyormuş gibi hissettiriyor. Bu romantik bulutların dağılması ve tüm bu arzu ettiğimiz müziklerin de sinemada sesini yeniden duyurması için o kadar insanın stüdyoya girmesi ve canlı kayıt yapması gerekiyor. Bu da, para, para, para demek. Tam da bu noktada gelecekte sanatın, piyasa tahakkümü altında neler yaşayacağını merak ediyoruz. Ve zihinlerimizi bu merakla başbaşa bırakıyoruz.