Çağatay Yılmaz
cyilmaz@hayhuy.co

20. ve 21. yüzyılın popüler müziklerinde vokallerin merkezde olmasının en önemli sebeplerinden biri mikrofon. Şarkıların yansıttığı tüm hisleri, özellikle de aşkı değiştirdi. Hikayeyi başa saralım… Duyulmak, sahne sanatları için her zaman çok önemliydi. Antik Yunan tiyatrolarında en arkadaki seyircinin bile oyuncuyu duymasını sağlayan akustik harikaları vardı. Opera sanatçıları da orkestranın yanında seslerini duyurmak için ustalaşması çok zor teknikler kullanıyorlardı. Derken oyuna mikrofon dahil oldu.

Gerçi ilk mikrofonlar da muhteşem bir gelişme sağlamadı. Kayıt almak zahmetliydi… Müziğin analog olarak kaydedilmesi gerekiyordu. Kayıt sırasında içinde diyaframı olan metal bir boru kullanılıyordu. Metal borudan geçen ses dalgaları diyaframı titretiyor ve şarkılar bu hareketle iğne yardımıyla plağa yazılıyordu. Kayıt esnasında vokallerin grubun önünde durup şarkıyı söyleyip biter bitmez uzaklaşmaları gerekiyordu. Üstelik bu yöntemle kaydedilebilen frekans da çok dardı. Keza ton kontrolü de pek mümkün değildi. Baritonlar çok düşük ya da sopranolar çok tiz tonlarda kalabiliyordu. Bu nedenle dönemin vokallerinde tenorlar hakim.

KONİLİ MİKROFON

Kaydın bu kadar zor olması dönemin müziğini de şekillendirdi. 1920’lerin müziğinde vokallerin çok az kullanılması sanatsal bir tercih olduğu kadar teknik bir zorunluluktu.
Tuhaf çözümler bulanlar da vardı, Rudy Vallee’nin koni biçimli bir megafonla şarkı söylemesi gibi. Aslında yaratıcı bir çözüm ama seyircisinin megafona zaman zaman bozuk para atması işini biraz zorlaştırıyordu muhtemelen.

Elektronik mikrofon 1920’ler boyunca gelişti ama asıl patlamasını radyo yayınlarının başlamasıyla yaşadı. Artık metal borulara ve diyaframlara gerek yoktu. Elektrik sinyallerine dönüşen ses, vokalin efor harcamasını gerektirmeden genişletilebiliyor ve her mekanda duyulması sağlanabiliyordu.

Rudy Vallee gibi isimler, elektronik mikrofonu hemen sahiplenmişti elbette. Bu cihaz ona çekici geliyordu çünkü bu sayede yumuşak, ninni benzeri ‘crooner’ tarzını yansıtabiliyordu. Crooner tarzının kendine has, ‘şakıyan’ gamlarını artık kayıtlarda da çok az zahmetle yansıtmak mümkündü. 1929 yılının hit şarkılarından Honey’i buna borçluyuz. Şarkının vibratolarını önceki yılların analog teknolojisiyle kaydetmek pek olası değildi.

CROONER MODELİ

Dönemin belirgin özelliği olan yumuşak vokaller böylece ortaya çıkabildi. Bu tarzla, sanatçılar Ay ışığında bir bankta oturan sevgililer gibi romantik imgeleri yansıtabildiler ve özellikle kadın dinleyicileri buna bayıldı. Bir anda vokaller yıldız oldu ve Amerikan pop yıldızlarının ilk nesli oluştu. Vallee, Hollywood filmlerinde yer alıyor ve geniş bir hayran kitlesine ulaşıyordu. Virtüözler geri planda kalmaya, vokaller grupların önünde yer aldı. Gruplar söz yazımına özen göstermeye, enstrümanları geri planda bırakıp şarkı söylemeyi önemsemeye başladı. Keza Russ Columbo oldukça iyi bir viyolinist olmasına rağmen asıl çıkışını 1930’larda bir crooner olarak yaşadı.

Bu tarz, sevginin yeni diliydi. İlerleyen yıllarda Bing Crosby, Billie Holiday gibi isimlerin devleşmesi de bunun kanıtı.

30’lu yıllarda ribbon mikrofonun kullanılmaya başlamasıyla çok daha geniş vokal frekanslarının kaydedilmesi mümkün oldu. Vokaller farklı tarzlar ve nüanslar denemeye başladılar. Crosby gibi isimler geniş nota aralıklarında gezinen, etkileyici legato ifadeleriyle ünlendiler. Keza 30 ve 40’lı yıllar, White Christmas gibi eserlerin klasikler arasında yer almasına şahit oldu.

https://www.youtube.com/watch?v=4P0hG3sD0-E

Billie Holiday de bu mikrofonla deneyler yapanlardandı. Sanki şarkı söylemiyormuş, sohbet ediyormuş ve bir sır ya da dedikodu paylaşıyormuş gibi bir tarz geliştirdi. Holiday’in biyografisinin yazarı John Szwed’e göre, mikrofonu kullanma biçimiyle kayıtlarında bile canlı performans havası yakalamıştı. Bir konserde masaların arasında dolaşıyor ve bütün dinleyicileriyle göz teması kuruyor gibiydi.

Frank Sinatra ise bir mikrofon üstadıydı adeta. Tüm tarzını döneminin mikrofon teknolojisini sonuna kadar kullanmak üzerine kurmuştu. Keza kendisi de asıl enstrümanının sesi değil, mikrofonu olduğunu söylemişti. Şarkı söylerken başını farklı yönlere eğiyor ya da mikrofondan zaman zaman uzaklaşıyor ve tam istediği gibi bir ses elde ediyordu. Tekniğiyle sesini sevgilisinin kulağına romantik cümleler fısıldayan yatıştırıcı bir tona getiriyordu. Günümüzde Spotify gibi platformlarda romantik listelerin çoğunda Sinatra şarkılarının olmasına şaşırmamak gerek.

Bing Crosby, Frank Sinatra ve Billie Holiday gibi sanatçılar, mikrofonun şarkılarına katabileceği nüansları en erken fark eden ve etkili kullanan isimlerdendi. Albümlerinin günümüzde bile bu kadar dinlenmesi ve isimlerinin müzik tarihine yazılmasını da büyük ölçüde bu vizyonlarına borçlular. Şarkılarının geneline konu olan aşk ve içerdiği geniş duygu yelpazesini aktarmak onların yetenekleriydi elbette ama tüm dünyadan geniş kitlelerin yıllardır bu duyguları hissedebilmesini de mikrofon teknolojisine borçluyuz.

Published On: 1 Haziran 2019Categories: Araştırma, PanoTags: , , , , , ,