Zeynep TOKER
zeynep.toker@yellowbos.com
Alman black metal grubu Der Weg einer Freiheit, en içsel albümleri Innern ile sınırları bir kez daha zorluyor. Grubun yaratıcısı Nikita Kamprad ile gerçekleştirdiğimiz bu özel röportajda; dönüşüm, direniş, modern müzik endüstrisine bakış, İranlı basçı Alan’ın İstanbul konserindeki duygusal hikayesi ve daha fazlasını konuştuk. 30 Kasım’da If Beşiktaş Performance Hall sahnesinde gerçekleşecek Türkiye konseri öncesinde, hem müzikal hem de insani bir yolculuğa davetlisiniz.
Innern albümünüz bugüne kadarki en içe dönük ve geniş kapsamlı çalışmanız olarak tanımlanıyor. Acıyı, dönüşümü ve insan ruhunun kırılgan sınırlarını ele alıyor. Bu içsel yolculuğa sizi iten şey neydi? Kişisel deneyimler mi, yoksa son yıllarda dünyada yaşanan çalkantılar mı bu temaları etkiledi?
Sanırım müziğimiz her zaman en çok kişisel deneyimlerle şekillendi. Günlük hayatta karşılaştığım her şey bir şekilde bu süreci etkiliyor. Etrafımdaki insanlar, yaşadığım ortam, dinlediğim müzikler, sanat, okuduğum kitaplar… Hepsi yaratım sürecinin bir parçası oluyor. Aynı zamanda, şu anda dünyada olup bitenleri görmezden gelmek de mümkün değil. Her yeni gün neredeyse inanılmaz gelişmelere sahne oluyor. Bu küresel olaylar da mutlaka müziğimize yansıyor.
Kendimi dış dünyadan tamamen soyutlayamıyorum ama bunu bir fırsat olarak görüyorum. Sanat ve şarkı yazımı sayesinde tüm bu yoğun ya da negatif duyguları anlamlı bir şeye dönüştürebiliyorum. Bu, başkalarıyla bağlantı kurmamı sağlıyor. Müzik benim için, özellikle dünyanın bu kadar bölünmüş hissettirdiği bir dönemde, anlam ve topluluk yaratmanın yolu.
Zaten grubun adı da buradan geliyor: Der Weg einer Freiheit. Yani “kişisel özgürlüğün yolu.” Bu, kendi anlamını bulmakla ilgili. Bu da tamamen bireysel bir şey. Albümün çıkış noktasında da bu fikir vardı. Kendime yeniden bağlanmak, neyin önemli olduğunu ve hangi değerlerin benim için anlam taşıdığını hatırlamak. Bu yönüyle Innern hem kişisel bir iç yolculuk hem de başkalarını da aynı keşfe davet eden bir çalışma.
Der Weg einer Freiheit olarak on yılı aşkın süredir türler arası sınırları zorluyorsunuz. Sert black metal öğelerini atmosferik ve progresif dokularla harmanlıyorsunuz. Bugün baktığınızda ekstrem müziğin küresel ölçekte nereye doğru evrildiğini düşünüyorsunuz? “Post-black metal” gibi tür etiketlerinin hala geçerliliği olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa geleceğin daha akışkan, etkileşimli bir müzik anlayışında mı olduğunu hissediyorsunuz?
Bu zor bir soru. Kişisel olarak hiçbir zaman “post-black metal” gibi tür etiketlerine çok odaklanmadım. Hala Der Weg einer Freiheit’ın bir black metal grubu olduğunu düşünüyorum ama bizim için müziğin duygusal içeriği, tür etiketlerinden ya da tüketime hazır bir üründen çok daha önemli. Dünyanın dört bir yanından dinleyiciler, şarkı sözlerini bilmeseler bile müziğimizin özünü anladıklarını söylüyor. İşte müziğin güzelliği burada. Kelimelerin ötesinde bir şeyler ifade edebiliyor. Bu evrensellik, müziği kategorilere sokmaktan çok daha değerli benim için.
Ekstrem müziğin geleceği, bence daha açık ve akışkan bir yapıya doğru ilerliyor. İnsanlar sürekli olarak kendilerini ifade etmenin yeni yollarını arıyor, müzik ve sanat da onlarla birlikte evriliyor. Elbette türler pazarlama ve endüstri düzeni için var olmaya devam edecek ama sonunda önemli olan şey duygusal bağ kurmak, etiket değil.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
TikTok çağı ve azalan dikkat süreleri içerisinde, Innern albümünü iki uzun şarkıyla açmak oldukça iddialı bir duruş. Hızlı tüketilen içerikler dünyasında dinleyicileri uzun ve yoğun parçalara çekmek zor mu? Hiç müziğinizi daha “kolay” veya “erişilebilir” kılma yönünde baskı hissettiniz mi, yoksa uzun parçalar üretmek sizin için bilinçli bir direniş biçimi mi?
Evet, kesinlikle. Bu, Innern albümünün konseptinde büyük bir rol oynadı. Dinleyiciyi hemen tüketilemeyen bir şeyle karşılaştırmak istedik. Zaman ve dikkat gerektiren bir albüm ortaya koyduk. Albümü dinlemek için 45 dakikanızı ayırmak, TikTok’ta gezinmekten çok daha tatmin edici bir deneyim olabilir. Oturup dikkatlice dinlemek, sözlere bakmak ve müziğe gerçekten dahil olmak sizi albümün dünyasına çekiyor. Bizim için kısa ve sosyal medya dostu şarkılar yapmaktan çok, iyi bir sanat eseri ortaya koymak önemliydi. Elbette sosyal medyayı dinleyicilerimizle bağlantı kurmak için kullanıyoruz ama asıl odağımız müziğin kendisi.
Black metal zaten normlara karşı çıkmakla ve dış baskılara direnmekle ilgili bir tür. Müzik ve sanat sadece satılacak ürünler değildir. Direniştir, ifadedir, anlam yaratmadır. İnsanlar uzun şarkılarımızı seviyor, biz de öyle. Bu yüzden neden ödün verelim ki? Mesele, müziğin duygusal gücüne sadık kalmak.
İstanbul konseriniz grup için kişisel olarak çok anlamlı. Yeni basçınız Alan, İran’dan ayrıldıktan sonra yıllar sonra İstanbul’da ilk kez ailesi ve arkadaşlarıyla bir araya gelecek. Bu konserin onun için böyle özel bir anlam taşıdığını öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Evet, bu konser özellikle Alan için oldukça önemli. Açıklamak gerekirse, yakın ailesi; anne babası ve kardeşi birkaç yıl önce Almanya’ya taşındı. Ama İstanbul konseri, Alan için geçmişinden gelen bazı arkadaşları ve akrabalarıyla yeniden buluşma fırsatı. Bize anlattığında şaşırdık. “İranlı vatandaşlar için yurtdışına seyahat zor değil mi?” diye düşündük ama bu buluşma onun için harika bir şans oldu. Biz de onun adına çok sevindik. Benim için (Nikita) de özel bir durum çünkü prodüktörlük yaptığım bir İranlı metal grubunun üyeleriyle yüz yüze tanışma fırsatım olacak.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Alan bu buluşma hakkında ne düşünüyor? Bu konserin taşıdığı duygusal ağırlık hazırlık sürecinize nasıl yansıyor? Müzikle insanların sınırların ötesinde buluşabilmesi, sizin için ne ifade ediyor?
Alan’a doğrudan sordum ve cevabı şu oldu: “Bu buluşma benim için çok özel, eşsiz bir an olacak. Almanya’daki şu anki hayatımla İran’daki geçmişim arasında büyük bir uçurum var. Sanki bu iki gerçeklik aynı anda var olamazmış gibi. Hayatımın bu iki dönemi arasında sadece birkaç anı kalmış durumda. Türkiye’deki bu konser, bugünkü hayatımdan en yakın arkadaşlarım olan grup üyeleriyle, İran’dan gelen ailem ve dostlarımı bir araya getirecek. Bu iki dünyayı ilk kez bir araya getirme şansı olacak. Bu beni hem çok heyecanlandırıyor hem de biraz gergin hissettiriyor.”
Konser hazırlıkları açısından ise her performansa aynı ciddiyetle yaklaşıyoruz. Bu anın taşıdığı anlam belki bilinçaltımızda bir fark yaratacaktır ama bilinçli olarak özel muamele yapmak doğru gelmiyor. Her konser bizim için önemli.
Innern albümünde hem ses paletinizi hem de yazım sürecinizi genişlettiniz. Örneğin “Eos” şarkısında boğazdan gelen vokal teknikleri, scream ve temiz vokaller birlikte kullanılıyor. Ayrıca ilk defa gitaristiniz Nicolas bir şarkının sözlerini ve ilk müzikal fikrini üstlendi. Bu tür deneysel açılımlar nasıl ortaya çıktı? Daha önce denenmemiş vokal tekniklerini kullanmak ve grup içinde söz yazımı gibi rolleri paylaşmak albümün ruhuna nasıl yansıdı? Gelecekte daha kolektif bir üretim süreci mi planlıyorsunuz?
Innern albümündeki yeni vokal teknikleri, kendi stüdyoma sahip olmam sayesinde ortaya çıktı. Tamamen izole şekilde çalışabileceğim bir ortamım vardı ve bu sayede sesimle derinlemesine çalışabildim. Her gün neredeyse düzenli olarak pratik yaptım. Temiz vokaller, scream ve boğaz vokalleri gibi teknikleri denedim. Konfor alanımdan çıktım ve bu da gelişimimi sağladı. Benzer şekilde, enstrümanlarda ve beste süreçlerinde de teknik sınırları zorlamaya çalışıyoruz. Bu albümde ilk kez başka bir grup üyesi -Nicolas- bir şarkının yarısını ve sözlerini yazdı. “Forlorn” bu anlamda ortak bir deneyimdi ve gelen tepkilerden bunun işe yaradığını gördük. Yine de grubun bestecisi olarak kendimi konumlandırıyorum. Şarkının genel vizyonunu belirlemek, katmanları, enstrümanları ve vokalleri bu vizyona göre düzenlemek benim işim. Bu temel yaklaşım değişmeyecek ama yeni fikirlere ve iş birliklerine her zaman açığız. İçten sanat, denemekle ve oyunla ortaya çıkar.
Müzikleriniz genelde içsel temalara odaklanıyor olsa da, dış dünyaya da dokunan göndermeler mevcut. Örneğin Xibalba şarkısı, korku mekanizmalarını medya, propaganda ve manevi bölünmüşlük gibi sorguluyor. Bugünkü kaotik dünyada güncel olaylar sizin yaratım sürecinize nasıl yansıyor?
Daha önce söylediğim gibi, müzik ve söz yazımı benim için içimde olan biteni ifade etmenin yolu. Dış etkiler karşısında zihnim ve bedenim ne hissediyorsa, onu duygusal ve yaratıcı bir dile dönüştürmeye çalışıyorum. Xibalba, Maya mitolojisinden ilham alan bir konsept. Ama fiziksel bir yerden çok, günümüz dünyasında sıkça bulunduğumuz bir zihin hali. Korku, kafa karışıklığı ve çıkışsızlık hissi. Şarkı bu durumdan çıkış için bir yol öneriyor. Gerçek olanı yeniden merkezine almak. Çevrendeki dünya, insanlarla kurduğun gerçek bağlar, doğa ve kendinle kurduğun ilişki. Bazen pencere dışındaki bir manzara, rastgele açılan bir kitap sayfası ya da tanıdık bir melodi… Tüm bunlar korkuya değil, sevgiye, şefkate ve bağlantıya dayalı bir iç dünya kurmaya yardımcı oluyor. Bugünün kaotik dünyasında bu, dengeyi bulmanın tek yolu olabilir.
Der Weg einer Freiheit’ın bu çağda nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz? Kaçış ve içsel huzur sunan bir alan mı yaratmak istiyorsunuz, yoksa yaşadığımız gerçekliği yansıtan bir ayna mı tutuyorsunuz, belki de her ikisi?
Sanırım her ikisi de. Müziğimiz her zaman kişisel dünya algımı ve bunun bedenimle, zihnimle ne yaptığına dair bir yansıma oldu. Söz yazımı bu süreci işlememi sağlıyor. Çoğu zaman, yakın çevreme bile dile getiremediğim şeyleri yazıya döküyorum. Bu dürüstlük, başkalarının da kendi ifade edemediği duyguları keşfetmesine yardımcı olabilir. Aynı zamanda müzik, özellikle canlı müzik insanları bir araya getiriyor. Yüksek gitarlar, davullar ve ortamın enerjisi, herkesin tek bir bilinç halinde birleştiği bir alan yaratıyor. O anlarda grup ile izleyici arasında bir sınır yok. Hepimiz bir oluyoruz. Bu yüzden müziğimiz hem bir ayna hem bir kaçış alanı. İnsanlara düşünme, yeniden bağ kurma ve ait olma hissi sunuyor. Sanatın gerçek amacı da bu bence.
Canlı performanslarınızın güçlü bir bağ yarattığı ve izleyiciyle bütünleşen, katartik deneyimler sunduğu biliniyor. Siz de konserlerde oluşan bu anlık topluluk ruhunun, sosyal medyada bulunmayan bir insanî bağ yarattığını söylüyorsunuz. Bu duyguyu İstanbul gibi ilk kez çalacağınız bir şehirde nasıl inşa ediyorsunuz? İlk kez bir konserinize gelen bir dinleyicinin oradan ne hissederek ayrılmasını umarsınız?
Daha önce hiç gitmediğimiz bir şehir ya da ülkede sahneye çıkmak her zaman çok özel bir deneyim. Türkiye’de sadece davulcumuz daha önce bulunmuştu, geçen yıl ailesini ziyaret etmek için İstanbul’dan bisikletle güneye gitmişti. Şimdi aynı şehre davul setinin arkasında dönecek. Diğer grup üyeleri olarak İstanbul’u ilk kez göreceğimiz için biz de çok heyecanlıyız. Her ülke ve kültür müziği farklı şekilde deneyimliyor. Bazı yerlerde insanlar çılgınca eşlik ediyor, bazılarında ise sadece gözlerini kapatıp dinliyorlar. Her iki tepki de bizim için değerli. İstanbul’daki dinleyicilerin tepkisini merak ediyoruz ve kültürünü de yakından tanımayı istiyoruz. İlk kez konserimize gelen birinin oradan güçlü bir duyguyla ayrılmasını, etkilenmesini umarız. Konserlerimiz kendin olabileceğin, bırakabileceğin ve herkesle birlikte dürüst bir an paylaşabileceğin alanlar. Müzik, sanat ve hayatın bir arada kutlandığı kısa ama anlamlı bir zaman dilimi.
Son olarak, Back on Stage okurlarına ve dinleyicilerinize ne söylemek istersiniz?
Bu röportajı okuyan herkese, özellikle Back on Stage ve Zeynep’e teşekkür ederiz. Albümümüz ve Türkiye’ye ilk gelişimiz hakkında konuşmak çok keyifliydi. Türkiye’de konser vermek için sabırsızlanıyoruz. Destekleriniz için teşekkürler. Yakında görüşmek üzere!