İsviçre merkezli, ancak ruhu Eritre ve Sudan’a uzanan Sirens of Lesbos, indie pop’tan reggae’ye, elektronikten dünya müziğine uzanan geniş bir ses paletinde geziniyor. Jasmina ve Nabyla Serag kardeşlerin öncülüğündeki bu beş kişilik kolektif, Bootsy Collins gibi efsanelerle iş birlikleri ve deneysel yaklaşımlarıyla tanınıyor. Avrupa turnesinin ardından yeni albüm hazırlıklarına başlayan grup, 23 Mayıs’ta Garanti BBVA Konserleri kapsamında Salon İKSV’de İstanbullu müzikseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

Alpler’den Yükselen Çağrı: Sirens of Lesbos İstanbul’a Geliyor

Müzik sahnesi bazen öyle ilginç isimler ve hikayeler çıkarır ki karşımıza, şaşırmamak elde değildir. İşte Sirens of Lesbos da tam böyle bir vaka. İsim sizi Ege kıyılarına götürse de, bu seslerin kaynağı İsviçre Alpleri. Ancak grubun kalbi, Jasmina ve Nabyla Serag kardeşlerin Eritre ve Sudan’a uzanan kökleriyle daha sıcak iklimlerde atıyor. 2014’te dans pistlerine yönelik ilk adımlarını attıklarında belki de bu kadar girift bir müzikal yolculuğa çıkacaklarını tahmin etmiyorlardı. Ama Tom Ravenscroft gibi bir radyo gurusu tarafından keşfedilip “We’ll Be Fine” gibi reggae esintili bir hit çıkarınca, işler değişti. Bugün Sirens of Lesbos, sadece iki kardeşin yüzü olduğu değil, Melvyn Buss, Arci Friede ve Denise Häberli’nin de dahil olduğu beş kişilik, yaratıcı bir kolektif.

Reggae Ritimleri, Afrika Tınıları ve Pop Melodileri

Sirens of Lesbos’un müziğini tek bir kalıba sokmak, onlara yapılacak en büyük haksızlık olur. Evet, indie pop’un o tatlı melodileri var; evet, reggae’nin o rahatlatıcı ritimleri hissediliyor. Ama aralara serpiştirilmiş Afrika çalgıları, şarkı sözlerindeki dil çeşitliliği ve elektronik altyapılar, bu müziği sürekli hareket halinde, sürekli evrilen bir organizmaya dönüştürüyor. Grammy ödüllü P-Funk efsanesi Bootsy Collins’ten Atlanta rap sahnesinin parlayan yıldızı JID’e, James Blake’ten Erick The Architect’e uzanan iş birlikleri listesi bile tek başına grubun ne kadar geniş bir yelpazede dolaşmaktan çekinmediğini gösteriyor. Ekim 2023’te başlayıp geçtiğimiz Eylül’de sonlanan, Londra Jazz Cafe’den Amsterdam Paradiso’ya, Berlin Fusion Festival’a uzanan Avrupa turnesi de bu küresel vizyonun bir kanıtı adeta. Şimdi bu turnenin enerjisiyle yeni bir albüm üzerinde çalışıyorlar.

Bir Artı Bir Beş Eder mi? Kolektif Yaratıcılığın Anatomisi

Peki bu kadar farklı ses ve fikir bir potada nasıl eriyor? Nabyla Serag’ın röportajlarındaki ifadelerine bakılırsa, işin sırrı tam da bu kolektif yapıda gizli. Başlangıçta her üyenin farklı yetenek setlerine (kimi prodüksiyon biliyor, kimi söz yazıyor, kimi vokal yapıyor) sahip olması, bireysel ifade kanallarını açmış. Birbirlerinin fikirlerine, hatta başka sanatçıları taklit etme denemelerine bile açık olmaları, yaratıcı süreci beslemiş. “Birbirimize güvendiğimiz için, birimizin getirdiği bir referans şarkı veya fikir, diğer üç kişinin farklı bakış açılarıyla bambaşka bir şeye dönüşebiliyor,” diyor Nabyla. Bu süreç elbette güllük gülistanlık değil; tartışmalar, uzlaşmalar, egoların bir kenara bırakılması gereken anlar yaşanıyor. Ancak grubun kendi özgün tarzını bulmasının temelinde, bu zorlu ama verimli iş birliği yatıyor. İlginç bir detay da, grubun uzun süre hiçbir üyesinin klasik enstrüman eğitimi almamış olması. Bu durum, onları deneme-yanılma yoluyla çalışmaya ve başka müzisyenlerle iş birliği yapmaya iterek, müzikal paletlerini daha da genişletmelerini sağlamış.

Teknolojiyle Flört: Sesin Felsefesi ve Enstrümanlar

Jasmina ve Nabyla’nın “Ses Sanatları” eğitimi almış olmaları, grubun sese ve prodüksiyona olan yaklaşımını da şekillendirmiş. Özellikle Jasmina, teknolojiyi bir enstrüman gibi kullanmaktan çekinmiyor; Max/MSP gibi programlarla sesleri eğip bükmek, vokal tınılarını değiştirmek, sesleri hiç bulunmadığı mekanlara yerleştirmek onun oyun alanı. Melvyn Buss ise başlangıçta daha minimalist (Cubase, Electroclash, Mash-up dönemi) takılırken, zamanla sentezlenmiş seslerden biraz sıkılıp akustik enstrümanlarla (60’lar Gretsch davul, akustik piyano gibi) dijital dünyayı (Spectrasonics Keyscape gibi) harmanlamaya yönelmiş. Onlar için yaratıcılık sürekli bir değişim süreci ve stüdyo kurulumları da bu değişime ayak uyduruyor. Sezgisel ilerleyiş, bir Shruti Box akorundan, eski bir Yamaha klavyenin sesinden ya da basit bir davul loop’undan koca bir şarkının doğabilmesi, bu sürecin organik yapısını gösteriyor. Kontrolü kaybetmekten, savunmasız olmaktan çekinmiyorlar; belki de en iyi fikirler tam da o anlarda, makinelerin ya da bilinçaltının kontrolü ele aldığı anlarda ortaya çıkıyor.

Sahne Zamanı: İstanbul Buluşması

Stüdyodaki bu katmanlı ve deneysel üretim süreci, sahneye nasıl yansıyor? Nabyla’ya göre şarkıların canlı yorumu, onlarla tamamen yeni bir ilişki kurmayı gerektiriyor. Albümdeki atmosferi korurken, canlı performansın enerjisini ve seyirciyle etkileşimi dengelemek hassas bir iş. Geçtiğimiz Kasım ayında kendi etiketleriyle yayımladıkları SOL albümünün ardından çıktıkları Avrupa turnesi, bu dengeyi kurma konusunda onlara epey deneyim kazandırmış olmalı. Şimdi sıra İstanbul’da. 23 Mayıs Perşembe akşamı Salon İKSV’de sahne alacak olan Sirens of Lesbos, hem bu zengin müzikal birikimlerini hem de kolektif enerjilerini seyirciyle paylaşacak. İsviçre’nin o sakin coğrafyasından çıkıp küresel seslerle harmanlanan, hem düşünsel derinliği olan hem de dans ettiren bu müziğe tanıklık etmek ilginç bir deneyim olacak gibi duruyor.