Ece ULUSUM

Buna dair araştırmalar, görüşler sayfa sayfa yazdık. Gördük ki müziğin neredeyse çoğu zaman gürültü çağlayanına dönüştüğü, algoritmaların zevklerimizi bizden daha iyi bildiğini iddia ettiği bir zamanda yaşıyoruz. Türler arasındaki sınırlar hiç olmadığı kadar geçirgen ve bazen de sırf popüler diye bir o kadar da anlamsız. İşte tam bu kakofoninin ortasında Max Richter, müziğin yeniden ortak bir dil olabileceğini hatırlatmak için duruyor. Onu neo-klasik besteci, film müziği üstadı ya da ambient müzisyen gibi etiketlerle bir kutuya koymaya çalışmak beyhude bir çaba. Zira Richter, bu kutuların hepsini hem dolduruyor hem de kararlı bir zarafetle aşıyor. Belki de onu en iyi anlatan benzetme, The Guardian’ın bulduğu o zekice tanım: Truva atı. Klasik müziğin korunaklı ve biraz da tozlu duvarlarının ardına, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar tanıdık ve dokunaklı melodilerle sızdı ve o dünyayı içeriden dönüştürmeye başardı.

The Blue Notebooks, Tilda Swinton, Milosz…

2004 yılına dönelim. Dünya, 11 Eylül sonrası travmasını yaşarken Irak Savaşı’nın gölgesi her yere düşmüştü. Siyasetin dili sertleşmiş, sokaklar protestolarla doluydu. Max Richter, bu kaosa cevabını bir albümle verdi: The Blue Notebooks. Bu, öfkeli bir haykırış değildi. Aksine savaşın anlamsızlığına karşı derin bir kederi, sakin ama sarsılmaz bir duruşu yansıtıyordu. Piyano ve yaylıların melankolisi, eski bir daktilonun mekanik tıkırtıları ve elektronik altyapıların yarattığı atmosferle birleşiyordu. Albümün can damarı ise oyuncu Tilda Swinton’ın histeriden uzak, neredeyse mesafeli bir tonla okuduğu metinlerdi. Franz Kafka’nın bürokratik kabusları ve Nobel ödüllü şair Czesław Miłosz’un bireyin tarih karşısındaki çaresizliğini anlatan dizeleri, müziğe entelektüel ve politik bir omurga kazandırıyordu. The Blue Notebooks, Richter’ın sadece bir besteci değil, aynı zamanda müziği bir muhalefet biçimi olarak kullanan bir düşünür olduğunun ilk ve en güçlü ilanıydı.

Üretimindeki protest ruh onun ışığı oldu. Suriye iç savaşından doğan sığınmacı krizini Exilesile ele aldı. Aynı zaman da Voices albümü için İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin maddelerini yüzlerce kişi, farklı dillerde seslendirdi. Binlerce insana müzikle ışık saçtı.

Dijital Uykusuzluğa Sekiz Buçuk Saatlik Cevap: Sleep

Yıllar ilerledi ve bu sefer eleştirisini sürekli açık ekranların ve bitmeyen bildirimlerin yarattığı zihinsel yorgunluğuna getirdi. Richter, 2015 yılında Sleep, adının hakkını veren, tam 8.5 saatlik bir eser yayınladı. Nörobilimci David Eagleman ile birlikte insan beyninin uyku ve uyanıklık arasındaki döngülerine müzikal bir karşılık bulmaya çalıştılar. Bu, bir müzik dinleme eylemi değil de sanki bilimsel deneyimdi. Konserlerine gelenler koltuklara değil, kendileri için hazırlanmış yataklara uzanıyor ve gece boyunca müziğin kendilerini sarmalamasına izin veriyorlardı.

Bu, dijital çağın hp uyanık kal, üret, tüket mantrasına karşı yapılmış en zarif eleştiriydi. Richter, burnout kültürüne, sonu gelmeyen doomscrollinge karşı dinleyicilerine uyuma ve yavaşlama hakkını geri veriyordu. İşin en ironik ve belki de en parlak yanı, böylesine anti-dijital bir manifestonun, dijital streaming platformlarında bir fenomene dönüşmesi oldu!!  Sleep, tüm zamanların en çok dinlenen klasik müzik albümü unvanını alarak, modern insanın sükunete duyduğu derin özlemi kanıtladı. Spotify’da sadece Dream 1 adlı parça an itibarıyla 69 milyondan fazla dinlenme sayısına erişmiş durumda.

Bildiklerimizi Ritcher Elinden Dinlemek

2021’de Vivaldi’nin o pek bildiğimiz Dört Mevsim’ini yeniden bestesini minimalist döngülerle yeniden birleştirdi ve 21. yüzyılın bakış açısıyla tekrar hayata döndürdü. Bu hem saygı duruşu ama birazcık da cüretkar bir duruştu. Sinema ve televizyon yapımları için de yeteneklerini sergiledi. Shutter Island’da tekinsizliği, Arrival’da kelimelerin ötesindeki bir iletişimin heyecanını, The Leftovers’ta ise kelimelerle tarif edilemeyen o derin yası onun müziğiyle hissettik. Aynı zamanda Black Mirror, The Last of Us gibi yapımlar sayesinde de milyonlarca insan, adını bilmese de aslında Max Richter’in müziğini ezbere biliyor.

Ve şimdi, bu uzun ve zengin yolculuk İstanbul’a ulaşıyor. Müzisyen, 3 Temmuz akşamı 32. İstanbul Caz Festivali’ndeki konserinde kariyerinin iki temel direğini aynı sahnede buluşturacak: The Blue Notebooks ve zıtlıklar arasında bir denge arayan son albümü In A Landscape.

In A Landscape albümünde Ritcher bir denge arayışında. Sanki elektronik ve akustik, insan ve doğa, hayatın büyük soruları ve gündelik anların küçük tatminleri arasında huzurlu bir köprü kuruyor. Anlayacağınız festivaldeki konser, sadece Max Richter’in müziğini dinlemek değil, aynı zamanda onunla birlikte bir düşünce yolculuğuna çıkmak anlamına geliyor. Konser hakkında detaylar için buraya tıklayabilirsin.